Günümüzde giderek daha popüler hale gelen ve kekemeliği olan bireylerin konuşma terapisi sürecinde artan sayıda dil ve konuşma terapisti tarafından kullanılmaya başlanan duyarsızlaştırma çalışmaları aslında çok da yeni bir kavram değil. Benim de özellikle ergenlik döneminden itibaren kekemeliği olan danışanlarımda sıklıkla uyguladığım bu terapi bileşeni, bilişsel davranışçı terapi ekolünden devşirilmiş olan ve özellikle Amerika’daki Iowa okulunun konuşma terapisi literatürüne kazandırdığı bir terim. Pek çoğumuzun Van Riper modeli sayesinde tanıştığı bu egzersizler grubu, elbette zaman içerisine evrilerek günümüzdeki daha yoğunlaştırılmış ve neredeyse bir yaşam tarzı olarak algılanabilecek şeklini aldı. Hatta öyle ki danışanlarımdan bazıları terapi sürecinde duyarsızlaştırmanın kendileri için yeterli olduğu ve başlangıçta taşıdıkları kekemeliklerini tamamıyla kontrol altına alma isteklerinin şu anki düşünme şekilleriyle uyuşmadığını belirterek terapi sürecini sonlandırdılar ve ben açıkçası bundan mutluluk duydum.
Peki görünüşte bu kadar etkili ve akla uygun olan bu yöntem neden herkes için yeterli olamıyor? Neden halen konuşma davranışlarının modifiye edilmesi ihtiyacı pek çok danışan için mevcut ve neden halen herkes bu sürecin gerekliliğini kabul etmiyor? Öte yandan ve belki de daha çarpıcısı duyarsızlaştırma ya da bütünüyle Kekemeliği Yönetme Programı’nın yoğunlaştırılmış versiyonunun dahi konuşma akıcısızlıklarını kalıcı olarak azaltmada etkili olmadığı biliniyorken (Blomgren et al., 2005) bu bileşen nasıl hala bu kadar popüler olabiliyor? Bu sorular ve pek çoklarının cevabı sanırım kekemeliğin çok boyutlu ve bireysel farklılıklarla yakından ilişkili olan doğasında yatıyor. Çünkü kekemelik duygusal ya da psikolojik bir problem olmamakla birlikte bireyin bilişsel ve duygusal yapılanmasından çok etkileniyor. Diyelim ki kaygı düzeyi yüksek olan ve sosyal yaşantısında kekemelik sebebiyle insanlarla etkileşim kurmakta güçlük çeken biriyiz. Terapistimiz eşliğinde kekemeliğimizle yüzleşmeyi ve ondan kaçmamayı öğreniyoruz ve bunun sonucunda hem sosyal yaşantımız hem de içsel dünyamız bu süreçten çok olumlu şekilde etkileniyor ve biz kendimizi kendi konuşmamıza karşı daha az duyarlı hissediyoruz yani duyarsızlaşıyoruz. Bu süreç bizim akıcılık durumumuzdan bağımsız olarak gerçekleşen ve süreç sonucunda akıcısızlık davranışlarımızda çoğunlukla kısmi bir düşüşün görüldüğü bir süreç. Ama akıcısızlıklarımız sona ermiyor ve işin aslı her bireyde duyarsızlaştırma aynı etkiyi de göstermiyor. Bu çalışmaları ele alırken bunun yalnızca kaçınma karşıtı ve yüzleştirme odaklı egzersizler olduğunu unutmamalıyız. Çünkü bazı insanlar için hedef her zaman takılmaların daha az olması. Böyle bir birey için duyarsızlaştırma anlamlı sonuçlar doğursa da hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Terapistin bilişsel şekillendirme yapması ya da beklentileri yeniden düzenleme çabaları böyle bir bireyin hedefinin değişmesinde çoğunlukla yeterli olmayacak hatta onun ümitsizliğe kapılmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır. Öyleyse herkes için duyarsızlaştırmanın yeterli olacağı varsayımını yaparken farklı insanların farklı beklentilerle yardım arayabileceği ve herkesin duyarsız olma hedefine ulaşsa dahi bununla yetinemeyebileceği ihtimalini aklımızda bulundurmalıyız. Kekemelik kompleks ve bireyden bireye değişim gösteren bir konuşma bozukluğudur diyorsak, onun müdahalelerinin tek tip olabileceğine inanmamız ne kadar doğru olur, düşünmemiz gerekir.
Duyarsızlaştırma çalışmalarının kekemelikle ilişkili kaygıyı kalıcı olarak azaltmada etkili bir enstrüman olduğunu unutmadan ve kekemelik müdahalesinin bundan ibaret olmayabileceğini göz önünde bulundurarak, hem terapistler hem de kekemeliği olan bireyler olarak bize en uygun olan yaklaşım ya da yaklaşımlar sentezini büyük bir özgürlükle, birlikte seçmeli ve onun olumlu etkilerini hayatımızda açığa çıkartmak için birlikte canla başla çalışmalıyız.